31 Ağustos 2010 Salı

Görmeden bi şehre aşık olmak... Beyrut....




 
Dün Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri romanını okumaya başladım, daha önce Ece Temelkuran'ın köşesinden başka hiç bir hikayesini ya da romanını okumamıştım... Son zamanlarda kabaran orta doğu merakımı daha da körükledi bu roman... Aslında bizim de ne kadar -batıya dönmeye çalışsak da yüzümüzü- orta doğulu olduğumuzu hatırlattı bi yandan da... Bir de enteresan bir tesadüf oldu, tam bu kitabı okurken, Beyrut'ta yaşayan bi arkadaşım mesaj attı ne zaman geliyorsun buralara diye... Sanırım bu tesadüf değil kader...
   
                           sehtlermeydani.jpg    

Beyrut öyle bir tasvir ediliyor ki bu romanda, insanın içini sızlatıyor, ilk defa bir şehri bu denli çok merak ediyorum... Dünü ve yarını olmayan bir şehirden bahsediyor internette okuduğum tüm yazılar.. Yalnızca bugünü olan, anı yaşayan bir şehir... Büyük hüzünler yaşayan her insan gibi yalnızca anı yaşıyor, nereye kadar yaşayabilirse... Eğer okumadıysanız mutlaka okumanızı tavsiye ederim.. Bu kitabın fon müziği de bu şarkı olmalı,ikisi birlikte birer doz alınınca içinizdeki seyahat isteği söndürülemiyor... Sadece aşağıdaki alıntı bile kitabı okumaya başlamak için iyi bir referans... Kitabı sevmeme bir diğer neden ise Twitter sayesinde tanıdığım, köşesini okudukça sanki yıllardır tanıyorum sandığım Ümit Alan'ın da kitapta emeği olması...

Ece Temelkuran'ın tüm kitapları okuna...

Ha bi de yeterli izleyici sayısına ulaşınca bu blog aranızda para toplayıp beni Beyrut'a göndersenize.... :)


o, bu pazar burada değil.
o biri de değil ama sanki bizden biri. bizimle yaşıyor, apartmanımızda ama aslında yok gibi. hepimiz bir araya gelsek söyleyemeyiz tam nerede olduğunu. sanki sadece hepimizin toplamı gibi. birbirimizle olan hesaplarımızın toplamı. kavgamızın ve sonra bitirmeden uykuta yatırdığımız kavgamızın hepsi. kuyusuna günahlarımızı ve kahkahalarımızı attığımız biri gibi. adını pek sık anmayız. çünkü hepimiz biliyoruz neden bahsettiğimizi. her şeyin sebebi o çünkü.
kurşun yaraları vardı başından beri. yağmur yağdığında zamanın tozu akardı yarasından, kurum gibi. ama gözü alışınca insanın, yaraları görmezsin. biz görmezdik. bizim gözümüz böyle alıştı. zaten hepimiz biraz ona benzemiştik sonunda. acıyan yerlerimizi birbirine dayayarak susturmayı ondan öğrenmiştik.
bırakıp gitsen, çok seven bir kadını terk etmek gibi bir çentik bırakır sende. geri dönsen, “ben seni hiç çağırmadım ki,” diyen bir erkek, zalim.
ne zaman inansan aldatan, ne zaman silahlarını kuşansan seni zırhınla, savaşsız kalmış bir asker gibi güneşinin altında yalnız bırakan bir hali vardı.
itip kakardı insanı. ancak yediği dayakları affede affede büyümeyi öğrenmiş bir çocuksan seversin onu. çünkü nefret etmeyi de bilmelisin eğer onu seveceksen. bunu bilmeyenler gelir geçer. anlatamadıklarını hep bildikleri, yine de durmadan anlattıkları bir hikayeyi alıp ondan, giderler.
niye ona gelip duruyorlar, biliyor musun? çünkü her seferinde gençliklerini geri veriyor onlara. onda öyle bir şey var. kim tanısa öyle der. demeyebilirler belki, ama döne döne ona gelmelerinin sebebi bu. anlattıkları yüzünden. her gün yeniden anlatabildiği yeni hikayeler yüzünden. sonrasını merak ediyorsun ya, o seni çocuk yapıyor bir bakıma. soysuz sopsuz, hesap vereceği evi olmayan bir çocuk. hep yarın var, dün yok onda. o yüzden sen de dünün olmadığı bir yaşında donup kalıyorsun onunla olunca.
durmadan konuşur. çok konuşur. üstelik elini kolunu çok oynatır konuşurken. kaşlarını çatar, aldırma. sanırsın ki hep kavga ediyor. sen de kızarsan işte o çok fena. başa çıkamazsın, gazabının sonu yoktur. gülümseyeceksin. ne zaman ki sinirlendi, gülümseyeceksin ve diyeceksin ki uygun bir dille: “yapma haji, haram!”
dökülür kızgınlığı. nasılsa en iyi o bilmiyor mu bu gece kimsenin eve gidemeyebileceğini, yani değmeyeceğini. sırtını okşayacaksın, çünkü ancak sevildiğini bilince yumuşar. öyle tuhaf bir huyu var. sana bile saldırsa, bilirse yine de onun için orda olduğunu, ağlar bile suçluluktan. oğlan çocuğu gibi işte, tıpkı kendi hırçınlığına hayret eden ama zulmüne hükmedemeyen oğlan çocukları gibi.
sesleri çok iyi taklit eder ve her sesi ayırt eder. böyle bir özelliği  var. çünkü dinleyerek yaşıyor aslında. seslere göre karar veriyor. kuşların sesini biliyor, bütün silah seslerini ve insan seslerini. arap alfabesinin ince ses ayrımlarıyla terbiye edilmiş bir kulağı var onun. bir de bu sesleri iyi ezberlemezse hayatta kalamayacağını biliyor. yani orman gibi yaşıyor biraz. seslere göre karar veriyor tehlikenin ne kadar yakında olduğuna, kimin başına bir şey geleceğini sesleri dinleyerek anlıyor.
bak, keyfetmeyi peki iyi bilir. arak’ını koy önüne, biraz kıbbe, biraz nane. sonuna kadar gider. senin sonuna kadar… onunla bir gece geçir, gör kendini. nasıl dener seni! işlemeyeceğin bütün günahları su içer gibi işlersin, nefes alır gibi, bilmeden. sabahından korkma, zaten onu yanında bulamazsın. bu yüzden yeniden denemek istersin. o gece bir daha olsun, “belki bu sefer yanımda tutarım,” dersin, hınçla ve aşkla. yok, olmaz. sahtekarların kralıdır, tavlayamazsın.
anlattırır. demeyeceğin ne varsa dedirtir sana. ağzından karnın dökülür, karnının dibinde ne tuttuysan. bu yüzden yenilirsin her seferinde zaten. o hikayeler anlatır ama sana hep kendini anlattırır. onda laf bitmez ama sen bitersin. dibini gördün mü anla ki artık sen onunla birliktesin. git, başkalarına git, dene. yok, olmaz. döner gelirsin. dibini gördün ya, kendinin esiri olursun. o yine sana anlatsın istersin, kendi dibini unutmak için artık, dinlersin. artık ancak onun hikayeleri unutturur sana kendinde gördüğünü. onun için hep daha güzel olmak istersin, artık seni beğenmeyeceğinden korkarak. bu, diri tutar seni.
çok “yani” der. yerli yersiz. neden dersen, anlaşılmayacağını sanır, ondan. yani’leri kendi cümlesini kazıp söylediklerinin içinden tamı tamına meselenin kalbini çıkarmak içindir. hikayesi çok karmaşık olduğu için ve sen bütün bunlar yaşanırken orada olmadığın için, hep anlamadığını düşünür. dene anlatmayı yeniden o hikayeleri, simleri dökülür, beceremezsin.
bir de durmadan “unuttum,” der, “bilmiyorum.” her şeyi hatırlıyor aslında alçak! unuttuğu tek şey yok. sadece kimsenin o kadar zamanı çok, bunu biliyor. bu yüzden demez diyeceğini. her şey, hatırlıyor da niye anlatsın? neye yarayacak? “hem hikaye bitmedi ki!” böyle der.
kokusu pek bahis konusu olur. sadece insan gibi kokar oysa. insandan başka hiçbir şey kokmaz. çünkü hepimize benzer. ama hep bizden daha güzeldir. bizden başka kimsesi yok ama hiçbirimizi sallamaz. öyle on dokuz yaşında bir oğlan çocuğu gibidir, omuz atar geçer. ama sorsan hepimizden ihtiyar.
onda güzel olan ne diye sorsan, kimse söyleyemez. ben söyleyeyim. senden habersiz bir şey yaptığını sanırsın hep. müptelası olduğu budur herkesin. o seni bulana kadar onu bulamayacağın için, oturup ne yapıyor olduğunu düşünürsün. merak edersin, öfkelenirsin ve o seni bulduğunda şaşarsın kendine, nasıl hiç kızmamış gibi onu yeniden sevdiğine. onun yanında zayıfsın işte, bu halini seviyorsun. ağzına tükürüşünü seviyorsun, seni böyle aşağılayışını, kendine benzetmesini.
bir gün öyledir, bir gün böyle. kafasının tası atmışsa, derhal kendine bir sığınak bulacaksın, yerin altına kaç. keyfi yerindeyse çık beraber korniş’e, denize karşı nargilesini sanki biraz önce ortalığı kurşunlayan kendi değilmiş gibi tüttürür. ve pek haşhaşlıdır. başka türlü katlanamıyor kendine muhakkak. uyuyamıyor başka türlü.
esmer, zayıfça, sıcak ve kıvırcık. baksan bir şeye benzetemezsin. ta ki sana bakacak. gözünün içine. seni çok seviyormuş gibi, kimsenin sevmediği gibi. hep seni beklemiş gibi, her şeyi anlatacakmış gibi, her şeyini verecekmiş gibi, sonrası yokmuş gibi, umurunda değilmiş gibi, dertli dertli bakacak sana.. “içimde böyle bir yer mi varmış?” dersin, oralarına kadar değer. çözülmeni bekler. görmek için nasıl soyunduğunu. koltukaltlarına kadar sevmek için seni. oralarına kadar ısırabilmek için. bırakma kendini. o gözler bir daha öyle bakmaz çübkü. kendi bir daha isteyene kadar. o da sadece yeniden soyunurken görmek için seni, o kadar. o zamana kadar senin işin, toplamak kendini. böyle işte. çözül ve sar kendini, yeniden çözül ve yeniden sar sonra. insanı öyle fena yapar. hiç bitmesin istersin.
niye? çoğu insanda öyle bir yer var. insan kaybolmak ister çünkü. bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister. bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada. bir hikayede erimek ister. başka türlü katlanamaz aslında kendine. o yeri, bir tek o biliyor, o alçak ömür hırsızı!
aslında paramparça. cam kırığı dolu içi. bazen kaleydeskop gibi görünmesi ondan. bak bak, doyama. ama o renkli resimleri yaratan, birbirine çarpa çarpa, canları yana yana bölünen cam kırıkları. her kırılmada o da kanar. kanayan bir kaleydeskop aslına bakarsan. çünkü ne zaman cam parçaları çarpsa birbirine, canı sıyrılır onun da.
fakat niye bilinmez, her seferinde sanki hiçbir şey olmamış gibi camdan dünyalar kurar kendine. sanki hiç kırılmayacakmış gibi yeniden. başka türlü unutamıyor herhalde. ve unutmak zorunda hatırlayabilmek için kendinin ne olduğunun. sorularınla yorma onu, aklında tuttuklarını unutmaya çalışıyor.
çok sigara içiyor. bırakamadı bir türlü. ölümle ilgili hiçbir şeyi ciddiye almadığı için diyorlar, ama değil. aslında sadece ellerini nereye koyacağını bilmiyor. ellerini bıraksa, dinlense biraz, dursa yani, düşer. o yüzden hareket ediyor. durmadan. dizlerini sallıyor otururken, yürüse karmakarışık saçlarıyla oynuyor, parmaklarına doluyor durmadan, karıştırıyor. çünkü çözülse, kopar.
çok tanıyanı var, ama kimsesi yok, bakma. fena halde öksüz o. belki çok iyi biri olabilirdi başka bir yerde olsaydı, başka bir zamanda. öyle bir hayali vardı sanki herkesin. ama böyle oldu. sanki herkes biraz o ihtimali seviyor. bir gün durulacağı ihtimalini, bunun onu öldüreceğini bile bile.. herkes onda kendi yaşadığını seviyor. sor, herkes söyleyecektir. hayatlarının en önemli dönemecini onunla aldıklarını anlatırlar. çünkü herkesten ve her şeyden koparır seni. kendinle bırakır. ne istediğini bir tek o zaman bilirsin, sana kendini itiraf ettirir.
aramızda bir yerde oturuyor. bizimle yaşıyor gibi ama.. sorsan kimse gösteremez yerini. efkarlı bir yerimiz var. ne zaman ansak onun adını, ne zaman “beyrut” desek, oramız sızlıyor. şimdi dön başa yeniden oku onu. çünkü o biri bile değil ama aramızda en çok o yaşıyor.
Muz Sesleri – Ece Temelkuran – Sayfa 131

29 Ağustos 2010 Pazar

Aylak Adam'dan bir alıntı... Tutamak sorunu...

Uzun zamandır içimde bir sıkıntı vardı, soranlara kendimi savrulan bir kuru yaprak gibi hissediyorum, yolumu bulamıyorum diyordum. Kendime bir yol çizmeye çalışmanın karmaşık sıkıntısını çektiğimi düşünüyordum. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ını okurken sıkıntımın adını buldum: "Tutamak Sorunu". Sıkıntım ancak bu kadar güzel tanımlanabilirdi... Sanırım bu yüzden kitapları seviyorum, tanımlayamadığım terimlerime cevap oldukları için...


"Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bişey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi,
 en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü farketmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"
C.
Yusuf Atılgan
Aylak Adam
YKY

22 Ağustos 2010 Pazar

Efes World Cup 9

Biliyorum bu bloğu katıldığım sanatsal aktiviteleri anlatmak için açtım ama neden bu aktivitelere spor da dahil olmasın diye düşündüm... Şimdi gidip bi de spor aktivitelerim için mi blog açayım, di mi ama?

Bildiğiniz gibi bu sene Türkiye'de Dünya Basketbol Şampiyonası gerçekleşeceki maçlar da Ankara, Kayseri, İzmir ve İstanbul'da oynanacak... Bu maçlardan önce de hazırlık maçları kıvamında Efes World Cup 9 maçları yapılıyor, ben tatilde iken ev arkadaşım telefon açıp bu maçlara bilet alayım mı kombine dedi ben de bilinçsizce evet dedim, tatil rehavetini attıktan sonra beni bi heyecan bastı şampiyona maçlarına gidicez diye ama meğer bizim biletler Efes Cup içinmiş, ama olsun, milli takımımız oynadığı için bu turnuva da gerçeğini aratmıyor ya da ben kendimi avutuyorum... Evet avutuyorum çünkü aslında şu an TR'nin grup maçlarına bile bilet bulamamanın derin hüznünü yaşıyorum...

Neyse maçlara geleyim, dün yani 21 Ağustos Cumartesi önce Arjantin-Kanada sonra da Türkiye-Lübnan maçını izledik... Öncelikle yerimizden bahsetmek istiyorum yerimiz muhteşem değil ama süper diyebilirim.. :) potanın hemen arkası, oyuncuların ter kokusunu alacak kadar yakınız sahaya, ööyykk! Hatta öyleki bugün ilk maçı izlerken birden dört bir yanımızı bizim oyuncular sardı, maç izlemeye geldiler... :) Burada skorlardan bahsetmiycem onun için Efes Cup'ın sayfasını takip edebilirsiniz... Ama Arjantin-Kanada baya çekilmeliydi, Arjantin geriden gelerek maçı aldı... Şunu belirtmek gerekir ki, İspanya ve Arjantin şampiyonanın favorileri... Lübnan Türkiye maçında ise hiç geride kalmadan maçı aldık, Ömer Aşık muhteşem bir oyun çıkardı ve en çok sayıyı o attı, hatta benim iddiam şu ki Ömer Aşık bu şampiyonanın sayı kralı bile olur... Diğer muhteşem oyuncu ile Ersan İlyasova idi ancak maç sırasında sanırım burnunu kırdı ve bugünkü takımda yer alamadı, ya da belki şampiyonaya katılsın diye istirahate aldılar onu... Bugün yani 22 Ağustos Pazar ise önce Arjantin Lübnan ve sonra da Kanada ve Türkiye maçları oynandı... Arjantin maçı aldı ama oldukça az fark vardı... Bu maçı izlerken daha önce de söylediğim gibi bizim oyuncular yanımıza yöremize oturdular, tabii ben dururmuyum, önce çocukluk aşkım Harun Erdenay'la sonra da Hido'yla foto çektirdim, hiiç de utanmadım, bi daa bööle bi şans yakalanamayabilir... :)
Bizim maçımıza gelince, snaırım seyircinin muhteşem desteğiyle de bizimkiler resmen tribünlere oynadılar, şov yaptılar, arada da Kanada'yı harcadılar, fark attılar, yediler.. :) Şunu söylemeliyim ki hani bazı takımlara ceza vermek için seyircisiz sahada oynatırlar ya, ben bu cezayı pek anlamazdım, çok saçma bulurdun, nolcak oynarlar yine derdim ama kazın ayağı öyle değilmiş... Bugün Ankara Arena'da öyle güzel bi seyirci desteği vardı ki, benim bile sahaya inip basket atasım geldi... Resmen Kanada'nın morali bozuldu oynayamadılar, bizimkiler de sağolsun bize şov yaptılar... :) Benim favorilerim Ömer Onan ve Ömer Aşık bizim takımda, çok hakimler oyuna... Bundan sonraki maçları salonda izleyemiyeceğim bilet bulamadığımdan ancak TV'den takip edicem ve Ömerleri çılgınca destekliycem.. :) Bu arada Kerem Gönlüm'ün hastasıyım bunu belitmeden geçemedim.. :)

Yarın Kanada Lübnan ve Arjantin Türkiye maçlarını da izliycem... Özellikle Arjantin-Türkiye maçının süper çekişmeli bi maç olacağını düşünüyorum ama biz yine alırız gibi geliyor.. :) Yarının sendromunu akşam maça gideceğimden daha hafif atlatıcam diye düşünüyorum.. :)

Salondan da kısaca bahsetmek istiyorum, Ankara Arena gerçekten emek harcanmış güzel bi salon olmuş ama sanki bi hamlık var bina da hala ama sanırım yavaş yavaş oturur herşey.. En büyük sorun park yeri ve hala tamamlanmamış üzeri kum tepecikleriyle dolu kaldırımlar... yahu bu yumurta kapıya gelince zihniyetinden ne zaman kurtulucaz bilmiyorum, koskoca uluslararası bir organizasyon senin şehrinde yapılıyor, adını duyurmak için bundan ii bi fırsat yok ama sen hala kaldırımları yetiştirmeye çalışıyorsun.. Ayrıca Arena'nın cafe işletmesi de çok acemi ve çok kısıtlı ürün var...

Salon gerçekten baya iyi diye konuşurken aramızda scoreboard bozuldu bugün ve Lübnan-Arjantin maçına bi 20 dk ara verdiler, bu kadar zor olmamalı böyle şeyleri ayarlamak...
Neyse, şimdilik bu kadar yarın yeni haberler ve fotolarla karşınızda olurum heralde ama emin de olamıyorum.. :)

19 Ağustos 2010 Perşembe

Bu ara en sevdiklerimden....



http://listen.grooveshark.com/#/s/U+urtmalar/21UE0l
UÇURTMALAR
En sevdiği renk mor olan kadın
En sevdiği kelime asi
En sevdiği oyun incitmek beni
Hıncı, çocukluktan kalma bir yara izi gibi
İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben
Zamanı, yaralarla ölçen kadın
Geçmişiyle kavgalı
Gündüz isyankar
Geceleri Tanrı’ya sığınan kız çocuğu
Kırdığı kalpleri dizmiş ipe
Gene en büyük zararı kendine
En sevdiği ses, çocuk sesi
Güneşli, billur, neşeli
Oysa, yıllar var ki kendi
Anne olmayı istememiş
Çekip gidebilmek için bir gün
Geride ekmek kırıntıları bırakarak
Kuşlar yesin diye ayak izlerini
Kalmasın ne bir sızı ne kalp yarası
Sevişirken taşkın bir nehir
Öpüşürken kor bir alev
Uykusunda melek gibi masum
Bakmaya kıyamadığım
Kaç gece göğsünde uyuduğum
Ama beraber uyanamadığım kadın
İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben
Her hasretten sonra
Başka başka sevdaların kollarında
Yemin etmişken bir daha konuşmamaya
Gene bulup birbirimizi
Sabahı olmayan gecelerde
Aldatma pahasına sevdiklerimizi
Ağlayarak seviştiğim kadın
Senle ben ipleri dolaşmış uçurtmalar misali

28 Nisan 2010 Çarşamba

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun




Bu ara o kadar çok oyuna gittim ki, yaza yaza bitiremiyorum, bundan sonra daha 5 oyun daha yazıcam. Araya bazen başka konular hakkında yazılar yazıyorum ki sizi sıkmayayım.:) 



“Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun” oyununu Altındağ Sahnesi’nde izledim. Sahen bir lisesin altında, beklentim daha kötü bir salon göreceğim yönündeydi ama salon beklediğimden iyi çıktı. Ama Altındağ Sahne’sini elimizde Google Map çıktısı olduğu halde ODTÜ’den çok rahat bulamadık. Sanırım bu bizim yer yön kavramımızın acıklı derecede vasat olmasıyla da ilgili.:)
“Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun” Hatice Meryem’in aynı isimli kitabından uyarlanmış bir oyun. Ev arkadaşım ve ben isminden etkilenerek çok gitmek istedik bu oyuna, aklımızdaki soru da sinek kadar kocanın gerçekten işe yarayıp yarayamayacağıydı.:) Oyun kurgusu olan bir oyun değildi. Her bir karakter sahneye çıkıp kocasıyla olan ilişkisinden ve başından geçenlerden bahsetti. Karakterler arasında futbolcu karısı da var dı, işe yaramazın karısıda, aslında oyun kadından çok “karı” olmanın nasıl bir duygu olduğunu anlatıyordu.




Oyun aslında feminist bir yaklaşımla başlamıştı ama sonlara doğru hafif hafif “koca iyidir, iyidir koca” noktasına yaklaştı. Oyunculuklar açısından en beğendiğim oyunlardan biri diyemem ama bu bence oyuncularla alakalı değilde oyunun kurgulanması ile alakalı bir durum. Oyun monologlardan değilde diyaloglardan oluşturulabilseydi daha akıcı olabilirdi ve oyuncular da kendilerini daha iyi gösterebilirlerdi diye düşünüyorum. Ama oyun sırasında eğlendim ve hiç sıkılmadım belirtmek isterim...




Oyuna gitmek isterseniz biletleri buradan alabilirsiniz...
Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun
Yazan: Hatice Meryem
Derleyen: Funda Mete
Yöneten: Funda Mete
Dekor Tasarım: Ceren Karahan
Giysi Tasarım: Günnur Orhon
Işık Tasarım: Zeynel Işık
Yönetmen Yardımcısı: Arzu Balcı
Asistan: Gonca Erçil
Sahne Amiri: Ömür Açıkalın
Kondüvit: Ömür Açıkalın
Suflöz: Pınar Erdoğan
Işık Kumanda: Mahir Köksal
Dekor Sorumlusu: Levent Kaloç
Aksesuar Sorumlusu: Okan Altıntaş
Rol Dağılımı:
Berrin Öney, Elvan Eker, Gülçin Yaşaroğlu, Gonca Erçil
Konu:
Nasıldır mesela… yakışıklı bir adamın karısı olmak… bir adamın ikinci karısı… bir garibanın… bir cücenin… bir internet cafe sahibinin… bir avarenin… bir kasabın… bir lüzumsuz adamın… bir demiryolcunun… bir futbolcunun… bir oyuncunun… bir bankacının… bir ayyaşın karısı olmak…
Nasıl bir yaşantıdır, neler hissettirir, nasıl katlanılır, sefası nasıl sürülür, hayalleri nicedir…
Kuvvetli bir gerçeklikle, ama mizahla ve sevgiyle kurulmuş “eş durumu” fantezileri… “Kadınlık durumlarındaki” ezilmişliği, yoksunlukları, ama onunla beraber direnme ve “ayakta kalma” yollarını da yansıtan bir oyun…

27 Nisan 2010 Salı

Testosteron ve Mert Fırat

Her şey “Başka Dilde Aşk”ı izledikten sonra oldu. Filmi çok beğenmiştim ama filmden çok Mert Fırat’ın sağır ve dilsiz bir adamı oynamasından çok ama çok etkilenmiştim. Az buçuk oyunculuk kursu aldığımdan bunun aslında ne kadar zor bir iş olduğunu kavrayabiliyorum artık.

Sonra onu araştırdım Ankara Üniversitesi Tiyatro bölümünden mezun olduğunu öğrendim ama öncesinden yurtdışı deneyimi olmuş bi adam, azimli, geç kaldığını düşünmeden Tiyatro bölümüne girmiş ve aynı zamanda Ankara Devlet Tiyatrolarında sözleşmeli personel olarak başrollerde oynamış. Şu an kapalı çarşı isimli dizide Arda karakterini oynuyor, filmden önce bilmiyordum oynadığını ama filmden sonra onu da ucundan kıyısından takip etmeye başladım. Öncelikle şunu söyleyeyim, gözlerinden çocuk bakan insanlara bayılırım. İşte Mert Fırat’ında gözlerinden haşarı bir çocuk bakıyor ve bu farkı oyunculuğuna çok iyi yansıtıyor, bir yan bakışıyla birçok şeyi anlatabiliyor.

Bu araştırmalarım devam ederken Mert Fırat’ın İstanbul’da bir oyunda oynadığını öğrendim. Mayıs ayında da oynuyor oyun. Ben de bahar da İstanbul’da olmaya bayılırım, o zaman neden İstanbul’a gitmiyorum dedim. Liseden çok yakın arkadaşımı da ayarttım -ki kendisi İstanbul’da yaşıyor- ona da bilet aldım, otobüs biletlerimi de aldım, 8 Mayıs’ta İstanbul’dayım ve Mert Fırat’la birlikte Metin COŞKUN, Onur ÜNSAL, Emre KARAYEL, Timur ACAR, İnan Ulaş TORUN ve Tuna KIRLI’nın oynadığı oyunu izliycem. Sırf Mert Fırat için izlerim diyodum ama bir baktım izlemekten zevk aldığım bi sürü adam da bu oyunda oynuyo, yani bir taşta bi sürü kuş(!) vurucam.:)

Oyunun ismi Testosteron, Haluk Bilginer’in kurduğu Oyun Atölyesi oyuncuları tarafından sahneye konmuş. İşin içinde Haluk Bilginer ismi geçince bende beklenti hafif yükseldi bakalım hayalkırıklığına uğrayacak mıyım?

Oyunun kısa tanımı şöyleymiş;

“Bir nikah töreni. Nikahın en önemli anı. Geline soruluyor: Kocalığa kabul ediyor musun? Gelinin yanıtı: HAYIR! Ve gelin, davetliler arasından birini işaret eder. Bu işaret “erkekçe kapışma”nın da başlama işareti olur. Kafalar, burunlar kırılır, gözler çıkar.

2. raunt düğün yemeği yenilecek restorantta devam eder. Büyük hesaplaşmanın görüleceği restorantta bir araya gelen (kimi zorla gelir) 7 erkek “HAYIR” olayını aydınlatmaya çalışırlar.

Testosteron oyunu, bu nikah ve onun bozulması üzerinden değişik mesleklerden (mikrobiyolog, kuş bilimci, baterist, gazeteci, avukat, garson ve baba) 7 erkeğin cinselliğe, kadına, doğaya “ERKEKÇE” bakışlarını sergiler. Tabii ki bu “ERKEKÇE” bakışın ürettiği şiddet ve ayrımcı dille seyirciyi karşı karşıya bırakarak.”

Oyun hakkındaki yorumları Ekşi Sözlükten ve http://www.oyunatolyesi.com/ ‘dan okudum. Bazı yorumlar çok iyi derken bazıları oyunun gereğinden fazla cinsel öğe taşıdığını ve bu yüzden rahatsız olduklarını yazmışlar. Bakalım benim yorumum nasıl olacak? Buradan sizinle paylaşırım.

Eğer siz de Oyun Atölye’sinin oyunlarını takip etmek isterseniz http://www.oyunatolyesi.com adresine girin derim.

Çok heyecanlı, gelsin hemen 8 Mayıs!

Bir Savaş Hikayesi



Bir Savaş Hikayesi

’’Savaş kralların ticaretidir’’
Bir Savaş Hikayesi Jeanne Beckwith'in kitabından uyarlanan ve Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncularının Aclan Büyüktürkoğlu yönetmenliğinde sahneye koyduğu bir oyun. Oyunun en önemli özelliği yönetmeninin Filmstar’daki Hocam oluşudur. Ama size söz veriyorum objektif olarak yorumlıycam oyunu. Hikayesini size anlatmıyacağım heyecanı kaçmasın diye ama şunu söyleyebilirim ki hikaye yada şöyle diyeyim diyaloglar çok iyi değil ama oyun efektlerle öyle güzel renklendirilmiş ki izlerken bir oyun değil de bir film izliyor sanıyorsunuz kendinizi. Üç ayrı dekorda oynanan bir oyun hatta dört ayrı dekorda. Dekor kendi etrafında dönüyor oyun sırasında. Öyle güzel planlanmış ki herşey nasıl bu kadar güzel ve zamanında gerçekleşiyor herşey diye düşünmekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi oyunda. Oyun savaş karşıtı bir oyun ama bu karşıtlığı savaşı tüm yönleriyle en acı ve en iğrenç yönleriyle göstererek seyircilere göstermeyi tercih etmiş. O yüzden oyunu izlerken birazcık yoruluyorsunuz. Ama oyunculuklar müthiş... (Hemşire dışında) Hele figüran hasta kızlar on numara!  Bu kızlar Filmstar’da beraber ders aldığımız Ezgi, Özge ve Özlen’dir ve onları sahnede izlemek bize inanılmaz gurur vermiştir.
Patates tarlalarina atilan bombalarin da bir siniri olmali! Oyunda sık sık duyduğunuz bir replik. İzleyince bu cümle anlam kazanacak merak etmeyin...

Bu oyunu mutlaka izlemelisiniz!
Bir Savaş Hikayesi
Yazan: Jeanne Beckwith
Çeviren: Esra Ege
Yöneten: Aclan Büyüktürkoğlu
Dekor Tasarımı: Murat Gülmez
Kostüm Tasarımı: Gülümser Erigür
Işık Tasarımı: Mehmet Yaşayan
Ozel Harekat Danismani: Muhlis Partal
Asistanlar: Doğu Yaşar Akal, Günay Settarova
Sahne Amiri: Sibel Boztaş
Kondüvit: Ahmet Serhat Çetin
Işık Kumanda: Metin Çatma
Suflöz: Belgin Ulusoy
Dekor Sorumlusu: Serhat Duruakan
Aksesuar Sorumlusu: Davut Akkuş
Rol Dağılımı:
Ahmet Türkoğlu, Aylin Gürsoy Arıöz, Bahadır Karasu, Cahit Öztüfekçi, Eren Oray, Koray Karaca, Mithat Erdemli, Savaş Tamer, Seda Oksal, Şahap Sayılgan, Berna Yılmaztürk, Bora Godri, Burcu Özcan, Burcu Pekkaya, Emrah Çakıl, Emrah Ersoy, Eray Çelik, Ezgi Can, Gökhan Korkusuz, Gökhan Yılmazer, Hüseyin Ataseven, Mithat Abacı, Murat Özdemir, Nihal Erdoğan, Özge Korgun, Özlen Tamer, Sine Zeynep Eteke, Tamer Yurtbaşı, Umut Kılınç, Yaseri Şahbudak
Bilet almak isterseniz buyrun: http://www.mybilet.com/eventinfo.php?eventid=7585



Rab Şeytana Dedi Ki






Bu bloga yazma amaçlarımdan biri izlediklerimi, özellikle izlediğim oyunları sizinle paylaşmaktı. Bu sezon ilk izlediğim oyunla “Rab Şeytana Dedi Ki” ile başlamak istiyorum. Öncelikle bu oyunu Cüneyt Gökçer sahnesinde izledim ve gerçekten sahne bir oyunu izlemek için en ideal sahnelerden biriydi. Daha önce giden arkadaşlarım mutlaka oyunu önlerden izlemelisin dediği için yerimi 2 hafta öncesinden 2. Sıradan aldım. Oyuna giden kız arkadaşlarım (bunu özellikle belirtiyorum) özellikle Şeytan rolündeki Durukan Ordu’nun öncelikle karizmasını ve sonra oyunculuğunu öve öve bitirememişlerdi. Bu konu hakkındaki yorumlarımı paylaşacağım birazdan. Bu oyun hakkındaki yazıları okuduğumda biraz haksızlık yapıldığını düşündüğümden Eyüp ve Sysphos rolündeki Buğra Koçtepe ve Sinan Pekinton’un oyunculuklarına bayıldığımı iletmek isterim.


Oyun bana göre enteresan mesajlar içeriyordu. Semavi yada değil, tek tanrılı yada çok tanrılı tüm dinler insanlığın yaptığı tüm kötülükleri Şeytan’a yüklemiş. Bu konu da Tanrıların hiç bir suçu yok. İyiyse Tanrı sayesinde olmuştur kötüyse Şeytan’a uymuştur. Bu oyunda ise aslında sistem olarak birbiriyle alakası olmayan iki inanış biçiminin aslında ne kadar aynı olduğu gösteriliyor bence. Yani tüm dinler ve inanış biçimleri temelde aynı: Tanrı ve Şeytan!


Oyun tezat üzerine kurgulanmış, bir yanda çektiği tüm acılara rağmen Tanrı yolundan ayrılmayan Eyüp’ün yolundan hiç bir şekilde ayrılmayacağını düşünen tanrı Şeytan ile bahse giriyor ve Eyüp’ün baş kaldırmayacağını iddia ediyor ve şeytan başkaldırması için elinden geleni yapıyor. Diğer yandan Zeus tarafından bir kayayı sonsuza dek bir tepenin yukarısına taşımakla cezalandırılan Sysphos ancak baş kaldırısından vazgeçer ve “yenildiğini” kabul edip Zeus’a boyun eğerse bu cezadan kurtulacaktır ve Şeytan’ın amacı Sysphos’u boyun eğmeye ikna etmektir ve Zeus’la boyun eğmesi konusunda anlaşmıştır. Şeytan bi yanda isyana teşvik ederken, bi yanda boyun eğmeye çağırır, aslında bunların hepsini de Rab yaptırır. Sonunda kısa süreli baş kaldırmalar ve boyun eğmeler olsa da iddiayı Rab kazanır. Zaten herhalükarda Rab kazanmayacak mıdır?


Oyunda Durukan Ordu gerçekten iyi bir performans sergiledi. Yarı müzikal bi oyunda gerek dans ederek gerekse şarkı söyleyerek çok fazla efor sarfetti. Karizma konusuna gelince, benim karizma anlayışımın dışında ama bi çok arkadaşım çok etkilendiğine göre benim karizma anlayışım normalin dışında. Enteresan olan birşey de şuydu; iyi tarafta olan Eyüp’ün saksafon(!), kötü olan şeytanın gitar çalması,değişik bir metafor olmuş. Şeytan rockçı ve asi, Eyüp jazcı ve sebatlı mı acaba?


Oyunda ki Temel sorulardan biri de Eyüp mü Sysphos mu ?

Oyunda çok sade bir dekor çok verimli birbiçimde kullanılmış. Kostümler çok dikkat çekici ve karakterlere çok uygun. Işık tasarımı çok iyi hatta bu tarz bir ışık tasarımı olmasaydı oyundan aynı tadı alır mıydım bilmiyorum... Son olarak müzikler, oyun müzikleri çok ama çok güzel, oyun bittikten sonra istemsiz olarak şarkıları söylüyorsunuz birkaç gün... Danslara ve dansçılara gelince açıkçası oyunun en vasat kısmıydı, kareografiler güzel değildi ve dansçılar da senkron değildi, daha özen gösterilebilirdi diye düşünüyorum.


Oyunun içinde bir de sürpriz var, bu sürprizi burada yazmayacağım ama sürprizden yararlanmak isterseniz en önde yer bulun derim!

Oyunun yazılırken gerçek mitolojik olaylardan ve din kitaplarından yararlanıldığını söylememe gerek yok heralde, Eyüp Hikayesini merak edenler için İncil’den bir alıntı... Bu incildeki alıntı ama tüm kitaplarda bu hikaye var...

1 Uts ülkesinde Eyüp adında bir adam yaşardı. Kusursuz, doğru bir adamdı. Tanrı'dan korkar, kötülükten kaçınırdı.

2 Yedi oğlu, üç kızı vardı.

3 Yedi bin koyuna, üç bin deveye, beş yüz çift öküze, beş yüz çift eşeğe ve pek çok köleye sahipti. Doğudaki insanların en zengini oydu.

4 Oğulları sırayla evlerinde şölen verir, birlikte yiyip içmek için üç kızkardeşlerini de çağırırlardı.

5 Bu şölen dönemi bitince Eyüp onları çağırtıp kutsardı. Sabah erkenden kalkar, "Çocuklarım günah işlemiş, içlerinden Tanrı'ya sövmüş olabilirler" diyerek her biri için yakmalık sunu sunardı. Eyüp hep böyle yapardı.

Eyüp'ün İlk Sınavı

6 Bir gün ilahi varlıklar RAB'bin huzuruna çıkmak için geldiklerinde, Şeytan da onlarla geldi.

7 RAB Şeytan'a, "Nereden geliyorsun?" dedi. Şeytan, "Dünyada gezip dolaşmaktan" diye yanıt verdi.

8 RAB, "Kulum Eyüp'e bakıp da düşündün mü?" dedi, "Çünkü dünyada onun gibisi yoktur. Kusursuz, doğru bir adamdır. Tanrı'dan korkar, kötülükten kaçınır."

9 Şeytan, "Eyüp Tanrı'dan boşuna mı korkuyor?" diye yanıtladı.

10 "Onu, ev halkını, sahip olduğu her şeyi sen çitle çevirip korumadın mı? Elleriyle yaptığı her şeyi bereketli kıldın. Sürüleri bütün ülkeye yayıldı.

11 Ama elini uzatır da sahip olduğu her şeyi yok edersen, yüzüne karşı sövecektir."

12 RAB Şeytan'a, "Peki" dedi, "Sahip olduğu her şeyi senin eline bırakıyorum, yalnız kendisine dokunma." Böylece Şeytan RAB'bin huzurundan ayrıldı.

13 Bir gün Eyüp'ün oğullarıyla kızları ağabeylerinin evinde yemek yiyip şarap içerken

14 bir ulak gelip Eyüp'e şöyle dedi: "Öküzler çift sürüyor, eşekler onların yanında otluyordu.

15 Sabalılar baskın yaptı, hepsini alıp götürdü. Uşakları kılıçtan geçirdiler. Yalnız ben kaçıp kurtuldum sana durumu bildirmek için."

16 O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, "Tanrı ateş yağdırdı" dedi, "Koyunlarla uşakları yakıp küle çevirdi. Yalnızca ben kaçıp kurtuldum durumu sana bildirmek için."

17 O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, "Kildaniler üç bölük halinde develere saldırdı" dedi, "Hepsini alıp götürdüler, uşakları kılıçtan geçirdiler. Yalnızca ben kurtuldum durumu sana bildirmek için."

18 O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, "Oğullarınla kızların ağabeylerinin evinde yemek yiyip şarap içerken

19 ansızın çölden şiddetli bir rüzgar esti" dedi, "Evin dört köşesine çarptı; ev gençlerin üzerine yıkıldı, hepsi öldü. Yalnız ben kurtuldum durumu sana bildirmek için."

20 Bunun üzerine Eyüp kalktı, kaftanını yırtıp saçını sakalını kesti, yere kapanıp tapındı.

21 Dedi ki:

"Bu dünyaya çıplak geldim, çıplak gideceğim.

RAB verdi, RAB aldı,

RAB'bin adına övgüler olsun!"

22 Bütün bu olaylara karşın Eyüp günah işlemedi ve Tanrı'yı suçlamadı.22 Bütün bu olaylara karşın Eyüp günah işlemedi ve Tanrı'yı suçlamadı.

Kaynak: http://kutsalkitap.info/tr-job1.html

Bu da Sysphos’un hikayesi,

Sisifos (Yunanca Σίσυφος; İngilizce: Sisyphus), Yunan Mitolojisinde, Yeraltı Dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkum edilmiş bir kraldır. Sisifos ismi geleneksel olarak sophos (bilge) sözcüğüyle ilişkilendirilir; fakat bu ilişkilendirme bazı etimolojik problemler içermektedir.

Sisifos, Aeolus ile Enarete’in oğlu, Merope’nin kocası ve Ephyra (Korint) kentinin kurucu kralıdır, fakat sonraki kaynaklar Sisifos’un Antiklea ile birlikteliğinden Odiseus’un babası olduğunu ileri sürmektedir. Sisifos’un Melikertes onuruna ilk Isthmian oyunlarını düzenlediği rivayet edilir.

Sisifos denizcilik ve ticaretin gelişimine büyük katkıda bulunmuş, fakat konukseverlik kurallarını ihlâl ederek yolcuları ve konukları öldürecek kadar açgözlü ve hilekâr bir kraldır. Homerus’un aktardığına göre, Sisifos en hünerli insan olmasıyla ün salmıştı. Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin tahtını ele geçirmiş ve Zeus’un sırlarına –özellikle Zeus’un nehir tanrısıAsopus'un kızı Aegina’ya tecavüz ettiği sırrına ihanet etmiştir. Bunun üzerine Zeus, Hades’ten Sisifos’u cehennemde zincire vurmasını istemiştir. Sisifos Thanatos’tan kurnazca zincirin nasıl çalıştığını görmek için kendi üzerinde denemesini istemiş, Thanatos kendini zincirleyince Sisifos zinciri iyice sıkılaştırmış ve ardından Hades’i tehdit etmiştir. Bu durum kargaşaya ve bu süre zarfında hiçbir insanın ölememesine yol açmıştır. Bunun üzerine, rakipleri ölmediği için yaptığı savaşlardan keyif alamayan ve bu duruma bir hayli canı sıkılan Ares duruma müdahale etmiş, Thanatos’u serbest bırakıp Sisifos’u Tartarus’a göndermiştir.

Ancak Sisifos ölmeden önce, karısına kendisi öldüğü vakit adet olduğu üzere kurban sunmamasını söylemiştir. Böylece Sisifos, Yeraltı Dünyasında karısının onu ihmal ettiğinden yakınmış ve Yeraltı Kraliçesi Persefone’yi karısından görevlerini yerine getirmesini istemek için dünyaya dönmesine izin vermesi konusunda ikna etmiştir. Sisifos Korint’e varınca geri dönmeyi reddetmiş ve sonunda Hermes tarafından Yeraltı Dünyası’na geri götürülmüştür.

Hilekarlığının cezası olarak Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. (Odyssey, xi. 593). Resim Sisifos’un boş çabalarının canlı örneğidir. Bu ceza Sisifos’a Nehir Tanrısı Asopus’a kızı Aegina’nın yerini söylediği için verilmiştir. Zeus, Aegina’yı uzaklara götürmüş ve yapmış olduğu şeyden dolayı Sisifos’a öfkelenmiştir. (Edith Hamilton's Mythology, 312-313). Bundan dolayı, anlamsız veya bitmek tükenmek bilmeyen işlere İngilizce’de Sisyphean olarak tanımlanır. Sisifos antik dönem yazarları için ortak bir konudur ve Polygnotus adlı ressam Delfi’nin duvarlarına onun resmini yapmıştır.

Güneş tanrıcılığına göre, Sisifos her gün doğudan doğup batıdan batan güneşi simgelemektedir. Konunun diğer uzmanları onu dalgaların yükselişi ve alçalışının ya da hain denizin bir kişileştirmesi olarak görürler. Friedrich Gottlieb Welcker Sisifos’un bilginin peşinde boşa çaba harcayan bir insanı sembolize ettiğini ileri sürmüştür.

Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Sisifos

Rab Şeytana Dedi Ki

yazan: nihat asyalı

yöneten: prof. m. bozkurt kuruç

dekor tasarım: h. güven öktem

giysi tasarım: esra selah

işık tasarım: zeynel işık

müzik(düzeni): cem idiz

dans (düzeni): cihan yöntem

yönetmen yardımcısı: sinan pekinton

asistanlar: batuhan yalçın, günay sattarova

sahne amiri: belma aslangiray

kondüvit: taner eser

süflöz: havva evirgen

işık kumanda: serkan özdemir

dekor sorumlusu: ender ünver

aksesuar sorumlusu: hüseyin kutum

rol dağılımı:

buğra koçtepe, sinan pekinton,durukan ordu, fatma öney, serhat elifer, dilber evrim alev bağcı, gülden çelen, hakan töngülüs, nurcihan ergün, ozan hikmet özcan, özlem sayın, perran vurdum, alican güçoğlu, ecmel is, yağızhan danış, yusuf ozan demirbaş, serap odabaşı, seray uygun

orkestra

ayşe gülüm sürmen, fethi günçer, zafer gerdanlı, gökhan över

konu:

mitolojide ve kutsal kitaplarda yer alan sysphos ve sabreden eyüp öykülerinden oluşan müzikli danslı ve şarkılı bir oyun

Bilet almak isteyenler; http://www.mybilet.com/eventinfo.php?eventid=7042 adresinden alabilirler...

23 Nisan 2010 Cuma

ODTÜ Tiyatro Şenliği




Çok önemli bir bilgiyi buradan duyurmayı atladığımı farkettim. Bu hafta ODTÜ Tiyatro festivali başladı. Ben bugün Açık Denizde isimli oyunu izleyeceğim, bu oyunun sonrasında eski ODTÜ oyuncusu olan amcam Atilla KESKİN söyleşi yapacak. Kaçırmayın derim. Oyun hakkındaki yorumlarımı buradan paylaşacam.

Hadi iyi seyirler...


ODTÜ TİYATRO ŞENLİĞİ 2010 Programı

22 NİSAN PERŞEMBE

20:00 ODTÜ Oyuncuları

“Kafkas Tebeşir Dairesi” Bertolt Brecht

23 NİSAN CUMA

17:00 Şebnem Sözer (Kadir Has Üniversitesi, Film ve Drama yüksek lisans programında, bitirme tezi) ***Solmaz İzdemir Salonu

“Jan Dark’ın Hikayesi” (Turgut Uyar, Samuel Beckett, Jean Genet ve Jan Dark’ın Islah Mahkemesi kayıtlarından alıntılarla)

19:30 Tiyatro Oyunbaz

“Peer Gynt” Henrik Ibsen

24 NİSAN CUMARTESİ (ODTÜ Oyuncuları 50. Yıl Kutlaması)

14:00 ODTÜ Oyuncuları

“Açık Denizde” Slawomir Mrozek

16:00 Eski ODTÜ Oyuncusu 68 döneminden Atilla KESKİN ile söyleşi

19:30 ODTÜ Oyuncuları

“Halkın Ekmeği” Bertolt Brecht

25 NİSAN PAZAR

12:30 Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları

“Lysistrata” Aristophanes

16:00 İTÜ Sahnesi

“Geçmiş Zamanın Rivayeti” İTÜ Sahnesi

20:30 İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu

“Fil Adam” Bernard Pomerance

26 NİSAN PAZARTESİ

13:00 CBÜ İktisat Oyuncuları

“İki Kişilik Hırgür” Eugené Ionesco

20:30 Atölye Oyuncuları

“Gül ve Sitemkar – Plajdaki Ayna” Tarık Dursun K. – Sait Faik Abasıyanık

27 NİSAN SALI

11:30 Bolu Sanat Tiyatrosu

“Tembel Prens” İbrahim Nakçi (Çocuk Oyunu)

15:00 Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tiyatro Topluluğu

“Küçük Burjuva Düğünü” Bertolt Brecht

20:00 Öteki Tiyatro

“Korkuyu Beklerken” Oğuz Atay

28 NİSAN ÇARŞAMBA

20:00 ODTÜ Oyuncuları

“Kafkas Tebeşir Dairesi” Bertolt Brecht

29 NİSAN PERŞEMBE

13:00 TİYAGAMM (Tiyatro Gazi Mimarlık Mühendislik)

“Bok Çukuru” O. Coşkun Irmak

16:00 Selçuk Belediyesi Efes Tiyatro Topluluğu

“Hücre” Hasan Öztürk

20:30 SBFTT (Siyasal Bilgiler Fakültesi Tiyatro Topluluğu)

“Büyük Romulus” Friedrich Dürrenmatt

30 NİSAN CUMA

13:00 Karşı Atölye

“Cesaret Tek Bir Sesle Başlar” Ariel Dorfman

17:30 Yıldız Teknik Üniversitesi Oyuncuları

“Gözbağı” Siegfried Lenz

20:30 Seyyar Sahne

“Çocukluğun Soğuk Geceleri” Tezer Özlü

1 MAYIS CUMARTESİ

17:00 Kentin Oyuncuları

“Japon Kuklası” Dario Fo

20:00 İTÜ Tiyatro Kulübü TİMİS Oyuncuları

“Gogol’ün Defteri” Nikolay Vasilyeviç Gogol

2 MAYIS PAZAR

13:00 Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu

“Ayak-Bacak Fabrikası” Sermet Çağan

15:30 Balıkesir Üniversitesi Merkez Tiyatro Topluluğu Pandomim Kulübü (sokak gösterimi)

16:30 Denizli Edebiyat Dostları Tiyatro Topluluğu

“Ada” Athol Fugard

20:30 TİMİS Oyuncuları Mezun Kadrosu

“Yap-Boz” TİMİS Oyuncuları Mezun Kadrosu

Yer: ODTÜ Mimarlık Amfisi

Tüm oyunlar ücretsiz biletlidir. Biletler 20 Nisan Salı saat 11.00’ den itibaren programda belirtilen oyun tarihlerinden 2 gün önce aşağıda belirtilen adreslerden temin edilebilir.

•ODTÜ Kütüphanesi ve ODTÜ Mimarlık Amfisi önünde açılacak olan standlar

•İmge Kitabevi (Konur Sokak, Kızılay)

Detaylı bilgi için: http://www.odtuoyunculari.metu.edu.tr/