31 Ağustos 2010 Salı

Görmeden bi şehre aşık olmak... Beyrut....




 
Dün Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri romanını okumaya başladım, daha önce Ece Temelkuran'ın köşesinden başka hiç bir hikayesini ya da romanını okumamıştım... Son zamanlarda kabaran orta doğu merakımı daha da körükledi bu roman... Aslında bizim de ne kadar -batıya dönmeye çalışsak da yüzümüzü- orta doğulu olduğumuzu hatırlattı bi yandan da... Bir de enteresan bir tesadüf oldu, tam bu kitabı okurken, Beyrut'ta yaşayan bi arkadaşım mesaj attı ne zaman geliyorsun buralara diye... Sanırım bu tesadüf değil kader...
   
                           sehtlermeydani.jpg    

Beyrut öyle bir tasvir ediliyor ki bu romanda, insanın içini sızlatıyor, ilk defa bir şehri bu denli çok merak ediyorum... Dünü ve yarını olmayan bir şehirden bahsediyor internette okuduğum tüm yazılar.. Yalnızca bugünü olan, anı yaşayan bir şehir... Büyük hüzünler yaşayan her insan gibi yalnızca anı yaşıyor, nereye kadar yaşayabilirse... Eğer okumadıysanız mutlaka okumanızı tavsiye ederim.. Bu kitabın fon müziği de bu şarkı olmalı,ikisi birlikte birer doz alınınca içinizdeki seyahat isteği söndürülemiyor... Sadece aşağıdaki alıntı bile kitabı okumaya başlamak için iyi bir referans... Kitabı sevmeme bir diğer neden ise Twitter sayesinde tanıdığım, köşesini okudukça sanki yıllardır tanıyorum sandığım Ümit Alan'ın da kitapta emeği olması...

Ece Temelkuran'ın tüm kitapları okuna...

Ha bi de yeterli izleyici sayısına ulaşınca bu blog aranızda para toplayıp beni Beyrut'a göndersenize.... :)


o, bu pazar burada değil.
o biri de değil ama sanki bizden biri. bizimle yaşıyor, apartmanımızda ama aslında yok gibi. hepimiz bir araya gelsek söyleyemeyiz tam nerede olduğunu. sanki sadece hepimizin toplamı gibi. birbirimizle olan hesaplarımızın toplamı. kavgamızın ve sonra bitirmeden uykuta yatırdığımız kavgamızın hepsi. kuyusuna günahlarımızı ve kahkahalarımızı attığımız biri gibi. adını pek sık anmayız. çünkü hepimiz biliyoruz neden bahsettiğimizi. her şeyin sebebi o çünkü.
kurşun yaraları vardı başından beri. yağmur yağdığında zamanın tozu akardı yarasından, kurum gibi. ama gözü alışınca insanın, yaraları görmezsin. biz görmezdik. bizim gözümüz böyle alıştı. zaten hepimiz biraz ona benzemiştik sonunda. acıyan yerlerimizi birbirine dayayarak susturmayı ondan öğrenmiştik.
bırakıp gitsen, çok seven bir kadını terk etmek gibi bir çentik bırakır sende. geri dönsen, “ben seni hiç çağırmadım ki,” diyen bir erkek, zalim.
ne zaman inansan aldatan, ne zaman silahlarını kuşansan seni zırhınla, savaşsız kalmış bir asker gibi güneşinin altında yalnız bırakan bir hali vardı.
itip kakardı insanı. ancak yediği dayakları affede affede büyümeyi öğrenmiş bir çocuksan seversin onu. çünkü nefret etmeyi de bilmelisin eğer onu seveceksen. bunu bilmeyenler gelir geçer. anlatamadıklarını hep bildikleri, yine de durmadan anlattıkları bir hikayeyi alıp ondan, giderler.
niye ona gelip duruyorlar, biliyor musun? çünkü her seferinde gençliklerini geri veriyor onlara. onda öyle bir şey var. kim tanısa öyle der. demeyebilirler belki, ama döne döne ona gelmelerinin sebebi bu. anlattıkları yüzünden. her gün yeniden anlatabildiği yeni hikayeler yüzünden. sonrasını merak ediyorsun ya, o seni çocuk yapıyor bir bakıma. soysuz sopsuz, hesap vereceği evi olmayan bir çocuk. hep yarın var, dün yok onda. o yüzden sen de dünün olmadığı bir yaşında donup kalıyorsun onunla olunca.
durmadan konuşur. çok konuşur. üstelik elini kolunu çok oynatır konuşurken. kaşlarını çatar, aldırma. sanırsın ki hep kavga ediyor. sen de kızarsan işte o çok fena. başa çıkamazsın, gazabının sonu yoktur. gülümseyeceksin. ne zaman ki sinirlendi, gülümseyeceksin ve diyeceksin ki uygun bir dille: “yapma haji, haram!”
dökülür kızgınlığı. nasılsa en iyi o bilmiyor mu bu gece kimsenin eve gidemeyebileceğini, yani değmeyeceğini. sırtını okşayacaksın, çünkü ancak sevildiğini bilince yumuşar. öyle tuhaf bir huyu var. sana bile saldırsa, bilirse yine de onun için orda olduğunu, ağlar bile suçluluktan. oğlan çocuğu gibi işte, tıpkı kendi hırçınlığına hayret eden ama zulmüne hükmedemeyen oğlan çocukları gibi.
sesleri çok iyi taklit eder ve her sesi ayırt eder. böyle bir özelliği  var. çünkü dinleyerek yaşıyor aslında. seslere göre karar veriyor. kuşların sesini biliyor, bütün silah seslerini ve insan seslerini. arap alfabesinin ince ses ayrımlarıyla terbiye edilmiş bir kulağı var onun. bir de bu sesleri iyi ezberlemezse hayatta kalamayacağını biliyor. yani orman gibi yaşıyor biraz. seslere göre karar veriyor tehlikenin ne kadar yakında olduğuna, kimin başına bir şey geleceğini sesleri dinleyerek anlıyor.
bak, keyfetmeyi peki iyi bilir. arak’ını koy önüne, biraz kıbbe, biraz nane. sonuna kadar gider. senin sonuna kadar… onunla bir gece geçir, gör kendini. nasıl dener seni! işlemeyeceğin bütün günahları su içer gibi işlersin, nefes alır gibi, bilmeden. sabahından korkma, zaten onu yanında bulamazsın. bu yüzden yeniden denemek istersin. o gece bir daha olsun, “belki bu sefer yanımda tutarım,” dersin, hınçla ve aşkla. yok, olmaz. sahtekarların kralıdır, tavlayamazsın.
anlattırır. demeyeceğin ne varsa dedirtir sana. ağzından karnın dökülür, karnının dibinde ne tuttuysan. bu yüzden yenilirsin her seferinde zaten. o hikayeler anlatır ama sana hep kendini anlattırır. onda laf bitmez ama sen bitersin. dibini gördün mü anla ki artık sen onunla birliktesin. git, başkalarına git, dene. yok, olmaz. döner gelirsin. dibini gördün ya, kendinin esiri olursun. o yine sana anlatsın istersin, kendi dibini unutmak için artık, dinlersin. artık ancak onun hikayeleri unutturur sana kendinde gördüğünü. onun için hep daha güzel olmak istersin, artık seni beğenmeyeceğinden korkarak. bu, diri tutar seni.
çok “yani” der. yerli yersiz. neden dersen, anlaşılmayacağını sanır, ondan. yani’leri kendi cümlesini kazıp söylediklerinin içinden tamı tamına meselenin kalbini çıkarmak içindir. hikayesi çok karmaşık olduğu için ve sen bütün bunlar yaşanırken orada olmadığın için, hep anlamadığını düşünür. dene anlatmayı yeniden o hikayeleri, simleri dökülür, beceremezsin.
bir de durmadan “unuttum,” der, “bilmiyorum.” her şeyi hatırlıyor aslında alçak! unuttuğu tek şey yok. sadece kimsenin o kadar zamanı çok, bunu biliyor. bu yüzden demez diyeceğini. her şey, hatırlıyor da niye anlatsın? neye yarayacak? “hem hikaye bitmedi ki!” böyle der.
kokusu pek bahis konusu olur. sadece insan gibi kokar oysa. insandan başka hiçbir şey kokmaz. çünkü hepimize benzer. ama hep bizden daha güzeldir. bizden başka kimsesi yok ama hiçbirimizi sallamaz. öyle on dokuz yaşında bir oğlan çocuğu gibidir, omuz atar geçer. ama sorsan hepimizden ihtiyar.
onda güzel olan ne diye sorsan, kimse söyleyemez. ben söyleyeyim. senden habersiz bir şey yaptığını sanırsın hep. müptelası olduğu budur herkesin. o seni bulana kadar onu bulamayacağın için, oturup ne yapıyor olduğunu düşünürsün. merak edersin, öfkelenirsin ve o seni bulduğunda şaşarsın kendine, nasıl hiç kızmamış gibi onu yeniden sevdiğine. onun yanında zayıfsın işte, bu halini seviyorsun. ağzına tükürüşünü seviyorsun, seni böyle aşağılayışını, kendine benzetmesini.
bir gün öyledir, bir gün böyle. kafasının tası atmışsa, derhal kendine bir sığınak bulacaksın, yerin altına kaç. keyfi yerindeyse çık beraber korniş’e, denize karşı nargilesini sanki biraz önce ortalığı kurşunlayan kendi değilmiş gibi tüttürür. ve pek haşhaşlıdır. başka türlü katlanamıyor kendine muhakkak. uyuyamıyor başka türlü.
esmer, zayıfça, sıcak ve kıvırcık. baksan bir şeye benzetemezsin. ta ki sana bakacak. gözünün içine. seni çok seviyormuş gibi, kimsenin sevmediği gibi. hep seni beklemiş gibi, her şeyi anlatacakmış gibi, her şeyini verecekmiş gibi, sonrası yokmuş gibi, umurunda değilmiş gibi, dertli dertli bakacak sana.. “içimde böyle bir yer mi varmış?” dersin, oralarına kadar değer. çözülmeni bekler. görmek için nasıl soyunduğunu. koltukaltlarına kadar sevmek için seni. oralarına kadar ısırabilmek için. bırakma kendini. o gözler bir daha öyle bakmaz çübkü. kendi bir daha isteyene kadar. o da sadece yeniden soyunurken görmek için seni, o kadar. o zamana kadar senin işin, toplamak kendini. böyle işte. çözül ve sar kendini, yeniden çözül ve yeniden sar sonra. insanı öyle fena yapar. hiç bitmesin istersin.
niye? çoğu insanda öyle bir yer var. insan kaybolmak ister çünkü. bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister. bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada. bir hikayede erimek ister. başka türlü katlanamaz aslında kendine. o yeri, bir tek o biliyor, o alçak ömür hırsızı!
aslında paramparça. cam kırığı dolu içi. bazen kaleydeskop gibi görünmesi ondan. bak bak, doyama. ama o renkli resimleri yaratan, birbirine çarpa çarpa, canları yana yana bölünen cam kırıkları. her kırılmada o da kanar. kanayan bir kaleydeskop aslına bakarsan. çünkü ne zaman cam parçaları çarpsa birbirine, canı sıyrılır onun da.
fakat niye bilinmez, her seferinde sanki hiçbir şey olmamış gibi camdan dünyalar kurar kendine. sanki hiç kırılmayacakmış gibi yeniden. başka türlü unutamıyor herhalde. ve unutmak zorunda hatırlayabilmek için kendinin ne olduğunun. sorularınla yorma onu, aklında tuttuklarını unutmaya çalışıyor.
çok sigara içiyor. bırakamadı bir türlü. ölümle ilgili hiçbir şeyi ciddiye almadığı için diyorlar, ama değil. aslında sadece ellerini nereye koyacağını bilmiyor. ellerini bıraksa, dinlense biraz, dursa yani, düşer. o yüzden hareket ediyor. durmadan. dizlerini sallıyor otururken, yürüse karmakarışık saçlarıyla oynuyor, parmaklarına doluyor durmadan, karıştırıyor. çünkü çözülse, kopar.
çok tanıyanı var, ama kimsesi yok, bakma. fena halde öksüz o. belki çok iyi biri olabilirdi başka bir yerde olsaydı, başka bir zamanda. öyle bir hayali vardı sanki herkesin. ama böyle oldu. sanki herkes biraz o ihtimali seviyor. bir gün durulacağı ihtimalini, bunun onu öldüreceğini bile bile.. herkes onda kendi yaşadığını seviyor. sor, herkes söyleyecektir. hayatlarının en önemli dönemecini onunla aldıklarını anlatırlar. çünkü herkesten ve her şeyden koparır seni. kendinle bırakır. ne istediğini bir tek o zaman bilirsin, sana kendini itiraf ettirir.
aramızda bir yerde oturuyor. bizimle yaşıyor gibi ama.. sorsan kimse gösteremez yerini. efkarlı bir yerimiz var. ne zaman ansak onun adını, ne zaman “beyrut” desek, oramız sızlıyor. şimdi dön başa yeniden oku onu. çünkü o biri bile değil ama aramızda en çok o yaşıyor.
Muz Sesleri – Ece Temelkuran – Sayfa 131

29 Ağustos 2010 Pazar

Aylak Adam'dan bir alıntı... Tutamak sorunu...

Uzun zamandır içimde bir sıkıntı vardı, soranlara kendimi savrulan bir kuru yaprak gibi hissediyorum, yolumu bulamıyorum diyordum. Kendime bir yol çizmeye çalışmanın karmaşık sıkıntısını çektiğimi düşünüyordum. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ını okurken sıkıntımın adını buldum: "Tutamak Sorunu". Sıkıntım ancak bu kadar güzel tanımlanabilirdi... Sanırım bu yüzden kitapları seviyorum, tanımlayamadığım terimlerime cevap oldukları için...


"Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bişey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi,
 en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü farketmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"
C.
Yusuf Atılgan
Aylak Adam
YKY

22 Ağustos 2010 Pazar

Efes World Cup 9

Biliyorum bu bloğu katıldığım sanatsal aktiviteleri anlatmak için açtım ama neden bu aktivitelere spor da dahil olmasın diye düşündüm... Şimdi gidip bi de spor aktivitelerim için mi blog açayım, di mi ama?

Bildiğiniz gibi bu sene Türkiye'de Dünya Basketbol Şampiyonası gerçekleşeceki maçlar da Ankara, Kayseri, İzmir ve İstanbul'da oynanacak... Bu maçlardan önce de hazırlık maçları kıvamında Efes World Cup 9 maçları yapılıyor, ben tatilde iken ev arkadaşım telefon açıp bu maçlara bilet alayım mı kombine dedi ben de bilinçsizce evet dedim, tatil rehavetini attıktan sonra beni bi heyecan bastı şampiyona maçlarına gidicez diye ama meğer bizim biletler Efes Cup içinmiş, ama olsun, milli takımımız oynadığı için bu turnuva da gerçeğini aratmıyor ya da ben kendimi avutuyorum... Evet avutuyorum çünkü aslında şu an TR'nin grup maçlarına bile bilet bulamamanın derin hüznünü yaşıyorum...

Neyse maçlara geleyim, dün yani 21 Ağustos Cumartesi önce Arjantin-Kanada sonra da Türkiye-Lübnan maçını izledik... Öncelikle yerimizden bahsetmek istiyorum yerimiz muhteşem değil ama süper diyebilirim.. :) potanın hemen arkası, oyuncuların ter kokusunu alacak kadar yakınız sahaya, ööyykk! Hatta öyleki bugün ilk maçı izlerken birden dört bir yanımızı bizim oyuncular sardı, maç izlemeye geldiler... :) Burada skorlardan bahsetmiycem onun için Efes Cup'ın sayfasını takip edebilirsiniz... Ama Arjantin-Kanada baya çekilmeliydi, Arjantin geriden gelerek maçı aldı... Şunu belirtmek gerekir ki, İspanya ve Arjantin şampiyonanın favorileri... Lübnan Türkiye maçında ise hiç geride kalmadan maçı aldık, Ömer Aşık muhteşem bir oyun çıkardı ve en çok sayıyı o attı, hatta benim iddiam şu ki Ömer Aşık bu şampiyonanın sayı kralı bile olur... Diğer muhteşem oyuncu ile Ersan İlyasova idi ancak maç sırasında sanırım burnunu kırdı ve bugünkü takımda yer alamadı, ya da belki şampiyonaya katılsın diye istirahate aldılar onu... Bugün yani 22 Ağustos Pazar ise önce Arjantin Lübnan ve sonra da Kanada ve Türkiye maçları oynandı... Arjantin maçı aldı ama oldukça az fark vardı... Bu maçı izlerken daha önce de söylediğim gibi bizim oyuncular yanımıza yöremize oturdular, tabii ben dururmuyum, önce çocukluk aşkım Harun Erdenay'la sonra da Hido'yla foto çektirdim, hiiç de utanmadım, bi daa bööle bi şans yakalanamayabilir... :)
Bizim maçımıza gelince, snaırım seyircinin muhteşem desteğiyle de bizimkiler resmen tribünlere oynadılar, şov yaptılar, arada da Kanada'yı harcadılar, fark attılar, yediler.. :) Şunu söylemeliyim ki hani bazı takımlara ceza vermek için seyircisiz sahada oynatırlar ya, ben bu cezayı pek anlamazdım, çok saçma bulurdun, nolcak oynarlar yine derdim ama kazın ayağı öyle değilmiş... Bugün Ankara Arena'da öyle güzel bi seyirci desteği vardı ki, benim bile sahaya inip basket atasım geldi... Resmen Kanada'nın morali bozuldu oynayamadılar, bizimkiler de sağolsun bize şov yaptılar... :) Benim favorilerim Ömer Onan ve Ömer Aşık bizim takımda, çok hakimler oyuna... Bundan sonraki maçları salonda izleyemiyeceğim bilet bulamadığımdan ancak TV'den takip edicem ve Ömerleri çılgınca destekliycem.. :) Bu arada Kerem Gönlüm'ün hastasıyım bunu belitmeden geçemedim.. :)

Yarın Kanada Lübnan ve Arjantin Türkiye maçlarını da izliycem... Özellikle Arjantin-Türkiye maçının süper çekişmeli bi maç olacağını düşünüyorum ama biz yine alırız gibi geliyor.. :) Yarının sendromunu akşam maça gideceğimden daha hafif atlatıcam diye düşünüyorum.. :)

Salondan da kısaca bahsetmek istiyorum, Ankara Arena gerçekten emek harcanmış güzel bi salon olmuş ama sanki bi hamlık var bina da hala ama sanırım yavaş yavaş oturur herşey.. En büyük sorun park yeri ve hala tamamlanmamış üzeri kum tepecikleriyle dolu kaldırımlar... yahu bu yumurta kapıya gelince zihniyetinden ne zaman kurtulucaz bilmiyorum, koskoca uluslararası bir organizasyon senin şehrinde yapılıyor, adını duyurmak için bundan ii bi fırsat yok ama sen hala kaldırımları yetiştirmeye çalışıyorsun.. Ayrıca Arena'nın cafe işletmesi de çok acemi ve çok kısıtlı ürün var...

Salon gerçekten baya iyi diye konuşurken aramızda scoreboard bozuldu bugün ve Lübnan-Arjantin maçına bi 20 dk ara verdiler, bu kadar zor olmamalı böyle şeyleri ayarlamak...
Neyse, şimdilik bu kadar yarın yeni haberler ve fotolarla karşınızda olurum heralde ama emin de olamıyorum.. :)

19 Ağustos 2010 Perşembe

Bu ara en sevdiklerimden....



http://listen.grooveshark.com/#/s/U+urtmalar/21UE0l
UÇURTMALAR
En sevdiği renk mor olan kadın
En sevdiği kelime asi
En sevdiği oyun incitmek beni
Hıncı, çocukluktan kalma bir yara izi gibi
İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben
Zamanı, yaralarla ölçen kadın
Geçmişiyle kavgalı
Gündüz isyankar
Geceleri Tanrı’ya sığınan kız çocuğu
Kırdığı kalpleri dizmiş ipe
Gene en büyük zararı kendine
En sevdiği ses, çocuk sesi
Güneşli, billur, neşeli
Oysa, yıllar var ki kendi
Anne olmayı istememiş
Çekip gidebilmek için bir gün
Geride ekmek kırıntıları bırakarak
Kuşlar yesin diye ayak izlerini
Kalmasın ne bir sızı ne kalp yarası
Sevişirken taşkın bir nehir
Öpüşürken kor bir alev
Uykusunda melek gibi masum
Bakmaya kıyamadığım
Kaç gece göğsünde uyuduğum
Ama beraber uyanamadığım kadın
İpleri dolaşmış uçurtmalar misali
Ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
Ne gidebildik kendi yolumuza
Rüzgarda savruk, başına buyruk
Senle ben
Her hasretten sonra
Başka başka sevdaların kollarında
Yemin etmişken bir daha konuşmamaya
Gene bulup birbirimizi
Sabahı olmayan gecelerde
Aldatma pahasına sevdiklerimizi
Ağlayarak seviştiğim kadın
Senle ben ipleri dolaşmış uçurtmalar misali